İntergen'in Hikayesi
Size güzel bir başarının hikayesini anlatacağız. 25 yılın hikayesi… Neler yaşandı, ne krizler atlatıldı... Arkanıza yaslanın, şimdi tahmin edeceğiniz gibi tüm detayları dedikodularıyla birlikte anlatmamız çok mümkün değil. Ama gelin bir zaman yolculuğu yapalım. Bir bakalım kimdir İntergen, nasıl başladı, neden kuruldu, nereye geldi, nereye gitmeyi planlıyor. Gençler, iş kurmak isteyenler, siz daha dikkatli okuyun. Gerçek anlamda “Sıfırdan başlama” hikayesini bu yazıda yaşayacaksınız.
Serdar ve ben, anneleri ev hanımı olan bir astsubay ve bir işçinin en küçük çocukları olarak hayata başladık. İkimiz de ailelerimizin “Okumak zorundasın, benim sana verebileceğim en kıymetli şey iyi insan olmanı sağlamak ve okuyarak ayaklarının üstünde durabilmendir” diyen iki benzer değerlere sahip ailede büyüdük. Üniversite sınavında ikimizin de hemen hemen aynı sayıda soru yapması, aynı puanları alması ve Ankara Tıp’ta numaralarımızın yan yana olması bir tesadüf müydü yoksa görünmeyen bir gücün desteği mi bilmiyoruz. Ama bu güzel tesadüfün okulun ilk günü tanışıp bu yolculuğa birlikte başlamamıza katkısı olmuştur. Ankara Tıp yolu düşen herkes çok iyi bilir ki gerçekten okuması çok zor, iyi hırpalayan ama “deontoloji”si tam doktorlar yetiştiren bir kurumdur. Bu vizyonla okula başladığımızda, 1. sınıfta daha ilk aylarda Tıbbi Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalından Prof. Dr. Bekir Şaylı’nın yanına her fırsatta gitmeye başladık. İlk kültürümüzü de ondan aldık. Hayatımız boyunca da bunu uyguladık. Hoca, “Benim en önemli görevim siz öğrencilersiniz” derdi. Biz de o gün bugündür bayrağı hocamızdan alarak bir şeyler öğrenmek isteyen herkese kapımızı açtık. Eğitim verirken tek şartımız vardı. “Siz de bayrağı bir sonraki istekli bilim insanına vereceksiniz” dedik.
Daha öğrenciyken projeler, yayınlar yapmaya başladık. O yıllarda genetiğin belki en renkli alt dallarından biri olan “popülasyon genetiği” çalıştık. Hocalarımızla köylere gidip çalışmalar yaptık. Anadolu’daki o güzel insanların bize yaklaşımı, insanlara faydalı olabilme duygusu mesleğimizi daha o yıllarda sevmemizi sağladı.
Okulumuz bitince iki genç doktor olarak hayatımızı birlikte geçirmeye karar verdik ve ikimiz de daha ilk günlerden bulaşan “genetik” virüsü ile genetikçi olmaya karar verdik. İlk görev yerimiz olan Kayseri ve sonra Ankara Zekai Tahir Burak Doğumevinde olmak üzere 15 yıllık devlet memuriyeti tecrübemiz, mesleğimizdeki ve hayat koşumuzdaki en büyük güçlerimizden biri oldu. İkimiz de biraz sorunluyduk, gittiğimiz yere de ayağımızı sürüyerek girdik sanırım, insanüstü bir güçle çalıştık ve yüz binlerce hastanın hayatına dokunma şansımız oldu. Bu yoğun tempoda çalışırken iki güzel çocuğumuz oldu. Çocuklarımızı da babalarımızın bize verdiği en önemli mirasla yetiştirmek için “iyi insan” olmaları için elimizden geleni yaptık. Kalbinde şefkat hissi olan, hak yemeyen ve bizce belki çağın en kötü hastalığı “narsizm”den uzak tutmaya çalıştık. İkisi de genç erişkinliklerinden beri ayakları üzerine basabilen, çalışarak okuyan gençler oldu. Bugün oğlumuz Ege elektronik mühendisliğini seçerken, kızımız Beste ise doktorluğu seçti. Yolları açık olsun. Umarız ki takip eden yıllarda yolları İntergen ile kesişir ve İntergen için de güzel şeyler yaparlar.
Sene 1997, Ankara’ya taşındığımızda, “bir genetik enstitüsü” fikri kalbimizde şekillenmeye başladı. O yıllarda bugün de tartışmalara yol açan “performans” diye bir şey yoktu. Biz de sıfırdan başladığımız için borçlarımızı yeni yeni bitiriyorduk yani anlayacağınız hiç paramız yoktu. Ailelerden maddi destek alma şansımız da olmayınca iki genç doktor olarak bir oluşum için adım atmak çok kolay değildi. İki yıl geri ödemesiz Halk Bankası kredisi aldık ve 1999 yılında kızıma hamileyken İntergen’in temelini attık. Ankara’nın en güzel parklarından biri olan Kuğulu Park’ı gören 80 m² bir alanda doku kültürü, kromozom analizi ve hasta muayenesi yapılan “tanı merkezi”mizi açtık. Her ne kadar o günkü koşullarda kabul görmediyse de bize isimdeki “tanı” kelimesi yetmedi. O gün şirket ismini “Tanı, Araştırma ve Uygulama Merkezi” olarak belirledik. Bu yüzden de ilk günden itibaren merkezimizi bir enstitü perspektifinde büyütmeye çalıştık.
O yıllarda sadece sitogenetik testler yapılabiliyordu. Biz de sitogenetik testleri merkezimizde kurduk. “Kime genetik test yapılması lazım? Klinikçiler ne zaman bir hastalarında genetik hastalık düşünmelidir?” çok fazla bilinmiyordu. Biz de bütün branşlardan doktor arkadaşlarımızla deneyimlerimizi paylaşarak, onların deneyimlerini dinleyerek neye ihtiyaçları olduğunu öğrenerek testleri geliştirmeye başladık. Moleküler testleri o zaman yapamıyorduk ve tüm testleri yurt dışına gönderiyorduk. Hatta sonradan “Siz bizden daha iyisiniz, bizim merkezimizi satın almalısınız” diyen Avrupa’da bir laboratuvarla anlaşma yapmış, tüm hastalarımızı oraya gönderiyorduk. Tabii testler için gerçekten ciddi paralar veriyorduk. Bu laboratuvar da o yıllarda kendisi kısıtlı sayıda test yapabiliyor, çoğu test için Avrupa’daki başka laboratuvarlardan hizmet alıp bize satıyordu. Bu da kanımıza dokunuyordu. En çok bizim ülkemizde görülen hastalıkların bile tanısını yurt dışında koymak hem maddi olarak hem zaman olarak sıkıntılara yol açıyordu. Biz de yıllar geçtikçe kazandığımız tüm parayı laboratuvarımızı geliştirmek için kullanıyorduk.
Sene 2008, ani bir kararla moleküler laboratuvarını kurmaya karar verdik ve çalışmalara minik adımlarla başladık. Bir yıl sonra, 2009 yılında da hala yoğun olarak kullandığımız moleküler laboratuvarımızın prensi Sanger dizi analizi cihazımızı bünyemize kattık. O yıllarda o kadar az kişi bu cihazları kullanabiliyordu ki Serdar’ı laboratuvara kapattık. Bir hafta bütün detaylarını okudu. Sonra denemeler yapmaya başladı. Kısa süre içinde de çalıştırmaya başladık. Evet, artık genleri merkezimizde dizilemeye başlamıştık. Sık görülen hastalıkları tasarlayarak çalışmaya başladık. Yurt dışına örnek gönderme oranlarımız düşmeye başladı. İşte hayallerimiz gerçek olmaya başlamıştı.
Merkezimizi yavaş yavaş büyütüyorduk. Doğumevinde çalışmamızın deneyimiyle yıllarca doğum öncesi tanı ve infertilite çalışmaları hep ön planda gitti. Yıllar geçtikçe “kanserde genetik testler”in önemi artmaya başladı. Kanser, genetik testler olmadan yönetilememeye başladı. Bu dönemde kanser hayatımıza girdi. Ancak solid kanserleri çalışacaksanız iyi bir patoloğa ihtiyacınız vardır. Biz de bir anda yine cesur bir karar verdik ve “patoloji laboratuvarı”mızı kurmaya karar verdik. Merkezimizde alanlarımız zaten bize ancak yetiyordu, bu yüzden Tunalı Hilmi Caddesinde merkezimize yakın 35 m² küçücük bir laboratuvar kurduk. Sene 2009, ikinci el cihazlara paramız yetti. Ama olsun, biz çok mutluyduk. Sonra kanser çalışmaya başladık. Kanser çalışanlar bilir. Hangi testi çalışacaksanız çalışın, öncesinde dokunun değerlendirilmesi çok önemlidir. Dokunun neresi kanser hücreleri içerir? Kanser hücrelerinin oranı nedir? Doku kanlı mı? Doku nekrotik mi? Bu bilgiler çalışmayı ciddi etkiler. Yani biz, birçok genetik merkezinin sahip olamadığı bir şeye sahip olarak kanser çalışmalarımıza başladık. Ne çalışacağımızı, dokunun neresinden çalışacağımızı, mutasyon oranlarını nasıl değerlendireceğimizi bilerek çalışmalarımızı planladık. Bugün patoloji birimimiz tüm immünhistokimya boyamalarını yapan, aylık çok sayıda hasta bakan genetik laboratuvarlarımızla sırt sırta çalışan önemli güçlerimizden biridir.
Tekrar dönelim 2010’lara… Büyümeye devam ediyoruz. O zaman personel sayımız 20. Çok iyi eğitimli, çok zeki gençler ekibimize katıldı. Test çeşitliliğimiz giderek artmaya başladı. 2012 yılında dünyada da yeni başlayan trend “Yeni nesil dizileme” yapmamız gerektiğine karar verdik ve hala göz bebeğimiz olan Miseq cihazı (Türkiye’deki ilk cihazdır) laboratuvarımızda yerini aldı. Bu adım, İntergen’in yönünü belirleyen en önemli adımlardan biriydi. Çünkü bu adımla birlikte yönümüzü daha kimsenin adını ve ne olduğunu bile bilmediği “nadir hastalıklar”a çevirdik. Sonra attığımız her adımı bu konudaki bilgi ve tecrübelerimizi artırmaya yönelik yaptık. Artık merkezde 32 kişiydik.
Merkezimizi açtığımız günden itibaren tanı yanında Ar-Ge yapan çok sayıda gence eğitim veren bir merkezdik ama artık kabuğumuza sığmamaya başlamıştık. Deliler gibi bina aramaya başladık. Ankara’da 300 tane bina gezdik. Onun ulaşımı zor, onun masrafı fazla, onun otoparkı yok, o küçük, o çok büyük… Sonunda bize en uygun binayı bulduk. Kuğulu Park’ımıza ve Tunalı Hilmi’deki nostaljik mekanlara veda ederek şimdiki merkezimiz olan Mustafa Kemal Mahallesi’ndeki binamıza 2018 yılında taşındık. Artık hastalar park yeri sorunu yaşamamaya başladı. Artık Ar-Ge’ye ayrı bir alan ayırabildik. Artık patoloji birimimiz yanı başımızda olabildi. Artık doku tipleme laboratuvarımızı açabildik. 2018 yılında artık 90 kişi olmuştuk. Kendimize ait 7 katlı bir binamız vardı. Hayallerimiz yavaş yavaş gerçekleşiyordu. 2019’da 20. yıl kutlamamızı ve bina açılışımızı birlikte yaptık. O gün Anıtkabir’de deftere yazarken de “daha bitmedi Atam” dedik.
Bizim için çok ciddi bir karardı ve ödümüz kopuyordu ama hayallerimize giden yola bu riskleri alarak ulaşılabilecektik. Masraflarımız çok arttı. Sayımız arttı, kiramız arttı, bir de üzerine 2020 yılında herkesle aynı anda bir pandemi ile savaşmak zorunda kaldık. Tabii ki Covid bizi de çok kötü hırpaladı. Gelirlerimiz çok azaldı. Ar-Ge sadece Covid’e yöneldi. İnsanlar mutsuz. Biz mutsuz. Bir de yeni bina, artan masraflar… Biz ne yaptık? Hadi bakalım silkinme zamanı dedik. En büyük testlerimizden biri olan ekzom sekanslamayı merkezimizde yapabilmek için en büyük dizileme cihazlarından birini temin ettik. MGI 400. Artık en çok yaptığımız testlerden ekzom sekanslama ve NIPT testini merkezimizde yapabilecektik. Yurt dışına test/örnek gönderimi bu atraksiyonla birlikte son bulmuştu. Bir anda farklı bir boyuta geçtik. Yapabildiklerimiz, yapabileceklerimiz bir anda arttı. RNA çalışmalarına da başladık. Covid’i tamamen sekanslayan dünyadaki ilk merkezlerden biri olduk. Covid için tanı kitleri geliştirdik.
O dönemde seyahatler bitti. Eğitimler Zoom’dan olmaya başladı. Altımızda pijama, üstümüzde gömlek eğitimler verdik. Her şey değişti. Sevdiklerimizi kaybettik. Hayata bakışımız değişti. Nefes almanın önemini hatırladık.
Sonunda hayat normale döndü. Biz de herkesle birlikte normale döndük. O dönemde dönüp kendimize bakıp şu soruyu sorduk: “Biz hangi konuda iyiyiz, bizi nasıl tanıyorlar?” Cevap çok netti. Bizim ne koşulda olursa olsun “önce hasta” dememiz ve klinikçiler için ulaşılabilir olmamızdı. Hem klinikçileri hem de hastaları çıkan laboratuvar testleri ile baş başa bırakmayıp elimizden geldiği kadar bilgilendirerek danışmanlık vermeye çalışan bir ekiptik. O zaman bu yönümüzü daha da güçlendirmeliydik. Ekibimizde genetik danışmanlık verebilecek yeni uzmanlar yetiştirdik. Artık 2024’te %80’i kadın, çoğu beyaz yakalı 165 kişiden oluşan kocaman bir aile olduk.
1999 yılında çiçeği burnunda iki doktorun bir hayali vardı. Bu ülkeye bir şeyler katmak, genetik hastalığı olan hayatlara destek vermek. Ülkemizde “nadir hastalıklar”ın adını belki ilk duyuran ve kullanan, tüm gençlere de kulak alışkanlığı olsun diye kullandıran, 6000 hastalığın tanısını kendi tasarladığı kitlerle koyan, 900 binden fazla hastaya bakıp, küçüklü büyüklü 100’den fazla projeye katkıda bulunan ve 10’larca projeyi yürüten, binlerce kişiye eğitim veren bir kurum olduk. Bitmedi tabii, daha yapılacak çok şey var, alınacak çok yol var. Burada 10-12 paragrafla kısaca özetledik 25 yılın hikayesini ama Cumhuriyetimizin kurucusu sevgili Atamızın söylediği gibi:
“Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın.”
Bu bizim görevimiz. Biz pes edemeyiz. Hep daha ileriye gideceğiz. Bu yazıyı okuyan, okumayan, bizden eğitim alıp, eğitim bayrağını ileriye taşıyacağına söz veren, bizimle temas eden yüzlerce genç var. Onlara da tekrar seslenmek istiyorum. Bayrağı hep beraber taşımaya devam edeceğiz.